0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

13. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“SENORİTA VE SÜPER KAHRAMAN”

2008

Tanrı’nın olmamı istediği yer burası mı?
Karanlığın içi mi?
Karanlık neyle ölçülür?
Gülüşünü duyamıyorum,
Mesela bununla ölçülür baba.
Zaman, ben senin nerendeyim?
Beni koyduğun yerde mi,
Olmayı istediğim yerde mi?
Aslında ben şuradayım,
Tam şurada...
Aynadaki aksine arsızca bakan bir canavarın avucunda.

Bir bahar günüydü ve sarı yapraklar ayağının altında eziliyordu. Okuldan kaçmıştı ve bir an önce yurda gitmek, öğrendiği gerçeği araştırmak istiyordu. Büyümek onun için ne kadar da zordu. Çok zordu. Büyüyünce geçeceğini sandığı her şey, dokuz yaşına gelmiş olmasına rağmen geçmek bir yana aksine çoğalıp durmuştu.

Babası, geçen bu sürede hiç dönmemişti.

Bugün, sınıfındaki bir kız ona babasının öldüğünü söylemiş ve ölen insanların gömüldüğünden bahsetmişti. Ölen insanlar gömülüyordu ama... Neden kimse ona babasının öldüğünden bahsetmemişti? Neden bunca yalanla büyütmüşlerdi onu? Her gece minik ellerini açıp çok dua etmiş, ağlamış, özleminden defalarca hasta olmuştu. Bekçi Hüseyin amca her defasında babasının geri döneceğini söylemişti, kandırmıştı onu! Neden yapmıştı? Son zamanlarda babasının geri döneceğine olan inancını kaybetmeye başlamıştı ama onun gömüldüğünü öğrenerek dehşete düşmüştü.

Babasını toprağın altına mı gömmüşlerdi?

Nefes nefese, gözyaşları içinde koştu ve yurdun kapısı önüne geldiğinde, koskocaman duran kapıya ürkek gözlerle baktı. Burayı sevmiyordu, hiç sevmemişti. Omuzları küçük küçük iç çekişleriyle sarsıldı ve titreyen elleriyle demir kapıyı açarken, Hüseyin amcayı kulübenin içinde gördü. Artık onu eskisi kadar sevmiyordu, çünkü kendisine sürekli bir şeyler buyuruyor, yapmadığında kızıyordu. Ama ona sarılmayı, onu öpüp durmayı istemiyordu ki. Hüseyin amcası sürekli onu kucağına alıyordu ve istemediğini söylediğinde, bağırma diyordu onu korkutan bir ses tonuyla. Sus, sakın bağırma.

O da susuyordu.

Ona görünmemek için bacaklarını kırdı ve bakış açısından çıkarak sırtındaki okul çantasıyla beraber yetimhaneye doğru koştu. Beceriksiz dokunuşlarla yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ve yetimhanenin büyük kapısından içeriye girdi. Müdire onun okuldan kaçtığını öğrendiğinde çok kızacaktı ama umurunda değildi, babasını sormalıydı. Okul önlüğünün pileleri bacaklarına çarptı ve bir rüzgâr onu üşüttü. Üst kata çıktığında Müzeyyen teyzesini gördü ama hiç durmadan Müdire Hanım’ın odasına doğru koştu. Artık boyu uzamıştı, saçları da uzamıştı, daha uzun süre koşabiliyordu, büyüyordu... Ağzından acı dolu bir inleme çıktı ve Müdire Hanım’ın odasına, kapısını tombul parmaklarıyla açıp girdiğinde, Müdire Hanım başını ilgilendiği dosyadan kaldırdı ve gözlüklerin ardından ona baktı.

“Safir! Seni yaramaz kız! Okuldan mı kaçtın sen!”

Kapının eşiğinde, baştan aşağıya titreyerek durdu Safir.Müdire Hanım’ın hiddetinden ürkse de geri adım atmadı. Babasını bir daha göremeyecekti. Bu korkunçtu.

“Ba... babam ölmüş,” diyebildi titreyen bir sesle. “Ayça dedi ki onu göm... gömmüşler. Bana kimse babamın öl... öldüğünü neden söylemedi?”

Safir Mila, Müdire Hanım’ın yüzündeki kızgınlığın yerini şaşkınlığa bırakmasını izledi. “Sen zaten o öldüğünde yanında değil miydin? Sen... Sen sahiden bilmiyor muydun?”

Gözüm yaşlarla o kadar dolmuştu ki Müdire Hanım’ın yüzünün netliği kaybolmuştu.

“Oyun oynuyorduk,” dedi ve başını kapının pervazına yaslayıp sarsılmaya devam etti. “Babamla oyun oynuyorduk. Ben sanıyordum ki... bu bir oyun. Hem... Hüseyin amca bana onun geleceğini söyledi!”

Sesini pek yükseltmezdi, biri kızarsa korkardı ama şimdi öyle kötü hissediyordu ki sesinin tonu bile artmıştı. Kadın gözlüğünü kaldırıp kenara bıraktı ve oturduğu deri görünümlü koltukla dikleşti.

“Bekçi Hüseyin, babanın geleceğini mi söyledi Safir?”

 Kadın, mantığıyla bu olaya açıklama getirmeye çalıştı. “Senin üzüldüğünü görünce avutmaya çalışmış herhalde! Aman canım, ben bildiğini sanıyordum. Baban öldü Safir, annen de sana bakmayı istemediği için devlet himayesi altına girdin.”

Annesi... Evet, burada onu da özlüyordu ama annesi birkaç kere gelmişti, hiç göremediği babasıydı. Kafası çok karışmıştı, tüm bu olanlara yetişemiyordu. O gece, sabah olduğunda babasını bir daha göremez olmuştu ve bu yetimhaneye geldiğinden beri onun bir gün gelip kendisini alacağına inanmıştı. Annesi neden söylememişti? O da mı bildiğini sanıyordu? Bilmiyordu işte! Üstelik babasının geri döneceği yalanıyla büyütülmüştü. Bugün demişti, bugün gelmezse yarın... Ama babası hiçbir zaman dönmemişti. Eli kalbini buldu ve mavi okul önlüğünün üstünden kalbine bastırarak ağrıyı savuşturmaya çalıştı.

“Beni kandırdı o... Baban gelecek dedi, bekledim ben de... Onun yüzünden canım acıyor!”

“Hüseyin amcan seni avutmuş işte.” Kadın alelade bir konudan bahsedermiş gibi elini havada savuşturdu. “Senin canını baban yaktı Mila, bizler değil. Senin olduğun evde, göreceğin görüntünün seni nasıl üzeceğini düşünmeden kendini astı! Sen bu görüntüyü ömrün boyunca unutmayacaksın ve bu babanın suçu...”

“Oyun oynuyorduk,” diye tekrarladı kız, babası hakkında böyle konuşulmasına üzülerek. O anı anımsadı. Babası oradaydı ve açık gözlerle boşluğa bakıyordu. “Oyundu... Babam beni bilerek üzmez. No mientas![1]

“Hâlâ oyun diyorsun!”

 Müdire, onu her zaman korkunç gösteren kaşlarını çattığında, Mila yüzünün bir kısmını duvarın arkasına saklayarak ondan korunmaya çalıştı.

“Oyun değil, hepsi gerçek. Baban intihar ederek öldü ve annen sana bakmayı istemediği için şimdi buradasın. Ayrıca bana o gavur ağzıyla konuşma demedim mi sana! Hadi, şimdi gözden kaybol ve okuldan kaçtığın için öğretmenine bir özür dilekçesi yaz.”

Babanı gömdüler.

Babamı gömdüler.

Safir Mila korkularına rağmen Müdire Hanım’ın yüzüne bakmaya devam etti ve kabul edemediği bu gerçeğin altında ezilirken, hayatta kalabildiğine hayret etti. İnsanın kalbi bu kadar acıya nasıl dayanabiliyordu ki? Kalp krizi denilen şeyi duymuştu. Acaba öyle mi oluyordu? “Ben... kalp krizi geçiriyorum galiba.”

Müdire Hanım, kendisiyle alay ettiğini düşündüğü kıza üstten bakışlar fırlattı. “Bir de benimle dalga mı geçiyorsun Safir? Sen saygısız bir kız olup çıktın! Hemen kaybol gözümün önünden!”

Ama o dalga geçmiyordu ki, gerçekten kalp krizi geçirdiğini sanıyordu. Çünkü kalbi çok acıyordu. Kimse ona neden sevgiyle yaklaşmıyordu ki? “Ba... Bağırma,” diyebildi kekeleyerek. “Tamam, hemen gideceğim ama... Babam nerede gömülü? Gidip görebilir miyim? Lütfen gidelim. Söz veriyorum bir daha yaramazlık yapmayacağım...” Aslında yaramazlık yaptığı da yoktu ama ikna edebileceğini düşündüğü her şeyi söylüyordu.

“Babamın mezarını görmeyi istiyorum. Ah babacığım... Yanına gitmediğim için ne kadar da üzülüyor...”

“Ben ne bileyim nerede gömülü!” Kadın sabırsız bir solukla homurdandı ve elini bir kere daha havada savuşturdu.

“Üvey bir amcan varmış, o ilgilendi herhalde. Benim böyle bir zorunluluğum yok, reşit olduğunda gidip bulursun artık. Huysuzlukların bini aştı, artık kendine bir çeki düzen ver Safir Mila! Hadi, git de öğretmenine bir özür dilekçesi yaz...”

“Müdire anne,” dedi Safir, yüreğinin altında yanan o yer sebebiyle nefes almakta zorlanırken. “Lütfen... Gidip görelim mezarını, küsmüştür bana.”

Kadın bağırdı. “Derhal odana!”

Safir Mila odanın kapısını çekti ve sırtındaki çantadan daha ağır bir acıyı kalbinde taşıyarak yetimhanenin soğuk duvarına dayandı. Elleri hıçkırıklarını susturmak için ağzına örtülürken, okul önlüğü içindeki bedeni titreyerek kıvrandı. Artık babasının geri döneceğini düşünerek kurduğu tüm hayalleri başına yıkılmıştı. Şimdi hayal kırıklığı denizinde boğuluyordu. Ayakta duramayarak dizlerinin üstüne yığıldığında ”Artık yapayalnızsın,” dedi kendisine. ”Kimsen yok, bu yüzden dizlerinin üzerine düşüp parçalanmaya bile hakkın yok.

 

Sus dediklerinde sandım ki konuşursam canım yanar. Sus dedi ve ben canım acıdığında inlemekten, gülmek istediğimde kahkahamın sesinden korktum. Duyarsa gelir mi diye? Gelirse canımı yakar mı diye? Canım yandığında da ağlayamadığım için daha çok korktum.

Kalbimin çırpındığı son bir dakikadır Hazer Han’ın gözlerine bakıyor, ondan bana bir cevap vermesini talep ediyordum. Bunca yıldızın aydınlattığı karanlık gecede, o sustukça geri kalan tüm sesler daha da yükseliyor ve ellerim rüzgârın ayazında usul usul titriyordu. Ondan, en çok istediğim şeyi dilemiştim. Bulmaya gücümün yetmediği o mezarı. O kudretli birisiydi, güçlüydü, bulabilirdi.

Sessizliği birbirini takip eden kalp atışları doldurdu ve dudakları usulca aralandı. “Başın sağ olsun, öldüğünü bilmiyordum.”

Ah, bir de nasıl öldüğünü bilsen.

“Teşekkür ederim Hazer.” Bir an sadece ismini seslenmek beni şaşırttı ve gözlerimi irice açtığımda, Hazer bir kez daha nefesini tutarak bana bakakaldı. Sadece Hazer.

“Ben siz istediğiniz için diyorum, saygısızlık olmuyor değil mi?”

“Hiç, hem de hiç olmuyor!” Hazer Han hızlı hızlı konuştu. “Ama yine siz dedin bak!”

“Onu da mı demeyeyim?”

“İlla demek mi istiyorsun?”

Dudağımı ısırdım. “Hazer demek hoş... Yani, hoş sanki.”

Eliyle ensesini kaşıdı. “Yaa...”

Bir an sessizlik oldu, sanki ikimiz de ne diyeceğimizi bilemedik.

“Bulabilecek misin?” diye tekrarladım sorumu, ona böyle hitap etmek garip hissettiriyordu. “Eğer bu makul bir istek değil dersen anlayışla karşılarım ama... Yine de bul lütfen.”

Hazer Han bana doğru bir adım attığında aramızdaki mesafe kısaldı ve hava ciğerimde sıkıştı. “Bulacağım,” dediğinde sesi çok kararlı çıktı. “Balerinim bunu diliyorsa tabii ki gerçekleştireceğim. Bir... bana baksana.”

Ona bakmamı istediğinde, büyük bir sevinçle kafamı kaldırdım. Kocaman gözlerle baktım. Dudaklarımdan gülümseme geçerken, Hazer Han belli bir mesafe kalana dek yüzünü yüzüme eğdi. “Bana sadece babanın adını ver, bulacağım. Ayrıca bunu istemek için kitapları bitirmene gerek yoktu. Bunu zaten yaparım, istersen benden başka bir şey isteyebilirsin. Şu Kuzey ış...”

“Hayır,” dedim heyecan içinde kafamı iki yana savururken. Fazlasını isteyemez, mahcup olurdum. “Başka bir şey istemiyorum ki ben. Babamın mezarını bulsan kâfi. Benim gücüm yetmedi, senin yeter.”

“Yeter,” diye onayladı beni. Sonra titrediğimi görerek omuzlarıma baktı. Onun için getirdiğim battaniyeyi açarak yavaşça omuzlarımdan aşağıya bıraktı. Ellerinin omuzlarıma doğru ilerleyişini bir hayali izler gibi izlemiştim.

“Üşüme ama...” Geriledi. Burnundan sert nefesler aldı. “Nasıl titriyor omuzların...” Duraksayarak omuzlarını dikleştirdi. “Seninle konuşurken sürekli duraklıyorum, normalde hiç böyle değilim.”

Derin bir iç çektim ve minnetimi ifade etmeye çalışarak bir daha kıvırdım dudaklarımı. “Ben de gözlerinize üç saniyeden fazla bakabiliyorum,” dedim ve karanlığın kızarık yanaklarımı gizlemesini ümit ettim. “Hiç böyle uzun bakamam normalde.”

“Hiç mi bakmazsın?”

“Bakmam. Göz göze gelemem,” diye itiraf ettim.

Başını kapının pervazına yaslayarak iç çekti. “Şu an benimle göz gözesin.”

“Evet.” Dudağımı ısırdım. “Utanıyorum biraz.”

“Görüyorum,” dedi ve yüzümü eksiksizce, her kıyısından uzun uzun izledi. “Her an elini yüzüne kapatıp arkana bile bakmadan kaçacak gibisin.”

Şimdi tam da böyle hissettiğimi nasıl anlamıştı? Hayretle yüzüne bakakaldım. Suratım tüm tepkilerimi açıkça ortaya koyduğu için mi beni böyle görebiliyordu? Battaniyeye sarılarak geriye doğru yavaş bir adım attım ve atışları göğsüme sığsın diye kalbime yalvaracak oldum. “Şey, aslında tam da öyle yapacaktım.”

Bir kaşı havaya kalktı ve gözleri aramızda açtığım mesafeye kaydı. “Hımm. Ellerini yüzüne koy bakayım nasıl oluyor.”

Hem kızarmış yanaklarımı hem de küçücük ve nedensiz gülümsememi bastırsın diye ellerimi yüzüme örttüm. Parmaklarımın arasında görebildiğim kadarıyla ay ışığı altındaki yüzüne baktım. Bu sefer gerçekti, gülümsüyordu. Ayazın altında titredim ve hızla arkamı dönüp tıpkı az önce onun da bahsettiği gibi tek ayağımın üzerinde eve doğru gitmeye başladım. Adımlarımın sesi karanlığın içinde silik izler bırakırken, saçlarım etrafa savruluyor ve kalp atışlarım adımlarımı geçiyordu. Evin sokak kapısına kadar koştum ve eşikte durarak ellerimi yüzümden indirdim.

Ama battaniye sırtımda kaldı. Oysa ben üzerini örtsün, üşümesin istemiştim.

Az önce utandığım için kaçan ben değilmişim gibi yönümü tekrar ona çevirdim ve ayaklarıma bakarak, kafamı ona hiç kaldıramadan tekrar atölyeye doğru yürüdüm. Rüzgâr yanaklarıma bıçak sertliğinde çarpıyordu ve nefesim kesik kesik çıkıyordu. Mesafe eridi ve kendimi tam onun karşısında bulduğumda, yüzüne hiç bakamadan battaniyeyi omuzlarımdan sıyırdım ve uzatıp göğsüne yasladım. “Safir...”

“Üşüme Hazer, sen ört bunu.”

Ben bu gece o gözlere bir kez daha bakacak kadar cesur değildim. Bu yüzden o bana bir şey demeden sırtımı döndüm ve eve doğru yürümeye başladım. Hazer Han arkamdan incinmiş bileğime dikkat etmem için seslendi ama heyecandan bileğimin acısını hissetmiyordum. Evin kapısına vardığımda nefesim kesilmişti. Kendimi içeriye atıp kapıyı titreyen ellerle örttüğümde, koltuğa nasıl gidebildiğimi bilmiyorum. Koltuğa çöktüm ve bacaklarımı kendime çekerek kıvrılırken bakışlarımı abajura kaydırarak yanan ışığa baktım. Parmaklarımla dudaklarımda beliren gülümsemeyi yoklayarak gözlerimi kapattım. Birazdan kalkıp kimse girmesin diye sokak kapısını kilitleyecektim ama ilk kez sanki sokak kapısını kilitlemesem bile kimse Hazer Han’ı aşıp bu eve giremez gibi hissediyordum.

Güvendeymiş gibi...

Kimse, heyecanlı bir kalbin ritimli atışlarıyla söylediği kadar anlamlı bir şarkı söyleyemezdi.

Aynadaki aksime bakarken, sol tarafta bulunan temiz bir havluya uzandım ve yüzümü yumuşak havluya bastırarak kuruladım. Ferah kokuyordu. Havluyu özenle yerine bıraktım ve dağılmış saçlarımı üç eşit parçaya ayırarak örmeye başladım. Bu sabah erken kalkmış, üstümü değiştirmiş ve az önce rutin bakımımı yapmıştım. Üzerime kot bir gömlekle beyaz pantolon giydim. Aynadaki solgun yüzüme dikkatle bakarak saçlarımı ördüm ve ucuna küçük bir lastik taktım. Seyrek tutamları kulağımın arkasına attığımda daha derli toplu göründüm.

Etraf sessizdi, sanırım Hazer Han hâlâ uyanmamıştı. İncinmiş bileğimle çantanın ağırlığını taşımak beni zorlasa da merdivenleri inmeyi başardım ve son basamağa yaklaştığımda, salondan yükselen sesi duydum. Bu ses Hazer Han’a aitti ama anladığım kadarıyla birine bağırmıştı. Bağırmasından hiç hoşlanmamıştım. Birkaç basamak daha indim ve salonu kadrajıma aldığımda, Hazer Han’ın içeride volta attığını gördüm. Elinde bir telefon vardı. Bir eliyle de saçlarını çekiştiriyordu. “Onayım yok!” diye gürleyen sesini duydum. Çantamı göğsüme bastırarak ürkek gözlerle sırtını izledim. “Bu işe asla onay vermem baba. O adamın ne iş stratejisine ne de zekâsına güvenmiyorum! Bensiz bir işe kalkış...” Karşı taraf bir şey demiş olmalı ki, Hazer Han sustu ve görebildiğim kadarıyla gömleğinin yakasını çekiştirdi. “Bana bunu deme! O şirket yalnızca senin değil, başına buyruk kararlar veremezsin. Ben daha iyi müşteri bulurum, o şerefsizlerle çalışmam!”

Telefonu kulağından kaldırdı. Eline alarak aynı hararetli konuşmayı sürdürüyormuş “Yüzüme mi kapattın!” diye söylendi.

Oldukça sinirli görünüyordu. Onu ilk kez böyle görüyordum. Tamam, Kerem’e karşı da bazen sert çıkışlar yapardı ama böyle öfkeli görünmezdi. Birkaç kez stresle yutkundum ve Hazer elini yüzünden indirip arkasını döndüğünde telaşla geriye doğru bir adım attım. Fakat Hazer Han beni ilk anda fark etmiş ve aramızdaki mesafeye rağmen görülebilir bir şekilde telaşlanmıştı. “Mila... Orada mıydın sen?”

Bu öfkeden ürktüğüm için hiç konuşamadan yalnızca başımı salladığımda Hazer Han bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti ve bana doğru yavaş bir adım attı. Bir an mahcup göründü. “Biraz sesim yükseldi galiba...” Basamağın sonuna kadar yürüdü. “Bir de şerefsiz dedim ama duymamış gibi yap sen. Bazen iş gerebiliyor. Hep böyle olduğumdan değil yani, sesimi sık sık yükseltmem.”

Çantamı taşıyarak incinmiş bileğimle kalan son iki basamağı da indim ve onunla yüz yüze geldiğimde, “Gergin görünüyorsunuz,” diyebildim sadece ve o da, “Görünüyorsunuz değil,” diyerek beni düzeltti. “Görünüyorsun.”

Hızla başımı salladım. “Doğru, öyleydi.”

Hazer Han geçmem için bana alan açtı. Yana kaydığında, açtığı mesafeden geçerek onu arkamda bıraktım. Çantamı koymak için portmantoya ilerlerken, “Az önce korktun galiba benden,” dedi ama sesi oldukça tuhaf çıkmıştı. Yüzüne bakmasam da kasıldığını hissettim. “Bende biraz kontrol sorunu var, sinirlenince ağzımdan çıkanı kulaklarım duymuyor.”

Çantamı portmantoya bırakıp doğrulduğumda, tekrar yüz yüze geldik ve onun hâlâ dünkü kıyafetlerle durduğunu fark ettim. Elini götürüp ensesini kaşıdığında, “Sürekli ensenizi kaşıyorsunuz,” deyiverdim aniden. “Bitli misiniz?”

Aman Tanrım! Bunu sahiden sorabilmiş miydim? Boynuma kadar yandım ve kulaklarımdan dumanların çıktığını hissettim. Biri beni bu saçmalıklarım konusunda durdurabilir miydi? Hazer Han gözlerini yumdu. Bir kez daha o gülme sesini bastırmak için kuvvetlice genzini temizledi.

“Vay canına, her seferinde daha yaratıcı bir patavatsızlık.”

“Gülmeyin, lütfen...”

Sürekli kendimi bu duruma düşürüyor, yüzüne bakamayacak hale geliyordum. Düşünmüyor, sözcükler aklıma düştüğü an dilime gönderiyor ve söylediğim anda da pişman oluyordum. Bakışlarımı yere indirirken, “Aklına nasıl böyle şeyler geliyor anlamıyorum,” dediğini duydum. Baktığımda mutfak tezgâhına doğru bir adım attı, ayakkabısı yoktu, eve ayakkabıyla girmezdi. “İnsan kızamıyor da, garip.”

Yukarı çıkan merdivenlere yönelip az sonra gözden kaybolunca üzerini değişeceğini düşündüm. Arkamı dönüp koltuğa oturdum ve çantadan merhemi çıkarıp bileğime sürdüm, hızla iyileşmesini istiyordum. Birkaç dakika boyunca ellerimle oynadım ve hâlâ inmediğinde yanaklarımı şişirdim. Dün evinde kalmama izin vermiş, üstelik babamın mezarını bulacağını kabul etmişti. Ben de tüm bunların karşısında sadece koltuğunda oturmak yerine bir şeyler yapmak istiyordum. Bileğime dikkatli davranarak doğruldum ve tek ayağımın üzerinde mutfağa yol aldım.

Buzdolabını açtım ve içindeki kalabalığa göz attım. Acıkmıştım, kahvaltılıklara bakarken yutkunmak zorunda kaldım. Hazer Han’ın dolabı tıklım tıklımdı, şükretmesi gereken ne çok şeyi vardı. Cam kâseler içindeki kahvaltılıkları çıkardım ve kapaklarını açarak granit tezgâha dizmeye başladım. Fıstık, kafesinin içinde çırpınıyor, birkaç şeyi tekrarlayıp duruyordu.

“Sahibin kadar tatlısın.”

Dönüp endişeyle merdivenlere baktım, neyse ki Hazer görünmüyordu, beni duymuş olamazdı. Kendime kızarak işime döndüm. Mutfağa pek girmediğim, girecek bir mutfağım olmadığı için yemek yapmaktan anlamazdım. Domates ve salatalıkları da bir tabağa çıkararak tezgâha bıraktım ve raftan iki çatal aldım. Tamam, tezgâhı doldurmuştum ama çay koymayı akıl edememiştim. Zaten Hazer Han’ın siyah ocağını nasıl yakacağımı bilmiyordum.

Oturmak için tabureyi çekerken basamaklardaki sesi duydum. Sakin kalmaya çalıştım. Başımı hiç kaldırmadan onun için hazırladığım kahvaltıya yaklaşmasını izledim. Başımı kaldırmasam da kravatıyla uğraşarak yürüdüğünü görüyordum. Acaba kravatlarını takmakta zorlanıyor muydu? Bunu düşünürken, Hazer Han tezgâhın diğer tarafında duraksayarak bir süre tezgâhın üstüne göz attı.

“Acıktıysan beklemeseydin keşke beni.”

“Ama ben...” Kararsızlık yaşasam da dürüst davranmak istedim. “Senin için hazırladım.”

“Yaa...”

Kravatını bağlamadan boynunda serbest bıraktı. Tam tabureyi çekiyordu ki kapı çaldı. Gözlerimi kaldırarak ona baktım; çünkü yabancı insanlardan hoşlanmıyordum. Hazer bakışlarıyla beni yatıştırdı. Bu imkânsızdı ama yemin ederim oldu: Bana baktı ve korkularım yatıştı.

“Kerem’i pastaneye yollamıştım,” diyerek kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açtıktan sonra Kerem’den gelen sesleri duydum.

“Hazer Bey bu kadar çeşit çörek aldırdınız, bari ben de gelip az yiyeyim.”

“Olmaz.” Hazer Han’ın sesi netti. “Torbanın içinden birkaç tane al, dışarıda ye.”

Kerem’in kendine has muzır gülüşünü buradan bile duydum. “Allah iyiliğinizi versin Hazer Bey yahu. Siz şimdi yalnız kalmak... Tamam, tamam utanmayın ya...”

“Kerem, hadi koçum.” Hazer’in sesi sabırsızlık ve sinirle yüklüydü.

Kerem’in gülüşü kısıldı. “Hazer Bey, ben gerginliğinizi alsın diye espri yapayım dedim.”

Birkaç torba hışırtısı ardından Hazer homurdandı. “Bak sana çok kötü şeyler derim ama şu an ağzımı açamıyorum, sen yine de demek istediklerimi duy Kerem.”

Kerem’in sesi artık varla yok arasındaydı. “Ben gideyim o zaman...” Duraksar gibi oldu. “Safir Hanım’ı kontrol için hastaneye götürecek miyiz? Götürelim Hazer Bey, ihmal etmek olmaz. Hem Leylacığım çok güzel muayenesini...”

“Oğlum, beni bir sal!”

Hazer Han sesini yükselttiğinde Kerem korku içinde birkaç şey mırıldandı ve sonra sokak kapısı kapandı. Aralarında garip bir ilişki vardı. Bazen Hazer’in Kerem’e karşı anlayışsız olduğunu düşünüyordum ama kabul etmeliydim ki Kerem de şansını fazla zorluyordu. Birkaç saniye sonra Hazer Han göründü ve hemen çektiği tabureye oturup pastane torbalarını ortamıza bıraktı. İçinden sıcak çörekleri, ağzı kapalı içecekleri çıkardı. “Al,” dedi ve portakal suyunu bana doğru uzattı. “Taze sıkılmış bu, üstelik tadı da lezzetli.” Kendi önüne doğru, Starbucks bardağındaki içeceği çekti ve torbayı ortadan kaldırdı.

“Herife bir de çay almasını söylemiştim ama aklı kim bilir nerede, unutmuş.”

Taze sıkılmış portakal suyunu önüme çekerken, “Neden bu kadar şey aldırdınız ki?” diye sormadan edemedim. “Yarısı yenmeyecek bile. İsraf ediyorsunuz.”

Duraksayarak yüzüme gerçekten anlamak ister gibi baktı. “Sen yersin diye aldırmıştım ama...”

Hafifçe gülümserken, “Yiyeyim o zaman,” dedim ve hemen ardından ekledim. “Ama bundan sonra bu kadar fazla almayın, israf olmasını istemem.”

“Tamam,” dedi hızla. Dirseğini tezgâha yasladı ve yüzünü de avuç içine gömerek gözlerini kızarık yanaklarımda dolandırdı. “İsraf etmem. Hadi, sen ye de karnını doyur.”

Çekingen bir şekilde çöreklere uzandım. “Paylaşalım mı bunu? Çok büyük, yiyemeyebilirim.”

İç çekti. “Paylaşalım.”

Çöreği iki eşit parçaya böldüm. Yarısını ona uzatarak diğer yarısını kendime aldım. Hazer çöreği elimden aldı ve ben daha kendi çöreğimden bir ısırık alamadan, o kendisininkini iki iri ısırıkta yedi. Hayretle ona bakarak mırıldandım. “Canavar gibisin.”

Dudağının sol tarafı kıvrıldı. “Yemek iştah açıcı olunca vakit kaybetmem.”

“Ben de o kadar hızlı yiyebilirim.” Hazer Han’ın tek kaşı yavaşça kavislendi. Ağzımı açtım ve çörekten kocaman bir ısırık aldım. Ağzım tamamen doldu ve yanaklarım şişti. Hımm, bu zordu. Portakal suyuna uzandım ve dudaklarımı pipete dayayarak ufak bir yudum aldım. Yutmama yardımcı olmuştu. Nefeslenerek çöreğin diğer yarısına baktım. “Boğulacaktım.”

Hazer Han eliyle yüzünü kapatıp çok derinden bir iç çekti. “Komiksin.”

Gözlerimi kaçırdım. “Boğulmam komik yani?”

“Hayır... Tepkilerin çok... Bilmiyorum yani. Çevremdeki kadınlar hep cüretkâr olur, senin gibisine hiç rastlamamıştım.”

Farklı olduğumu, bazen tuhaf göründüğümü biliyordum. Ben tüm bu farklılıklarımın, tutuk hareketlerimin beni çekilmez bir insan yaptığını düşünüyordum ama o sanki bunun aksini düşünüyordu. Heyecanla ellerime sarıldım, onlarla oynarsam ona bakmam sandım. “Benim gibi derken?”

“Ayakları yere güçlü basan ama aslında ayakları hiç de yere değmeden uçan bir çocuk gibi...”

Hazer Han usulca yutkundu. O an uzanıp alnımdaki teri silmek istedim. Fakat Tanrım, ne olduysa kıpırdayamadım. “Her neyse, yemeye devam et.”

Kafamla onayladım. Portakal suyumdan bir yudum daha aldım, gerçekten  lezzetliydi. Salatalıklara uzandım ve bir tanesini alıp ağzımın içinde çevirirken, Fıstık’ın kafesin içinde çırpındığını duydum. Sevimli sesler çıkarıyordu, gerçekten bunu düşünüyordum, ta ki biraz çıkardığı sese kadar...

“Sahibin kadar tatlısın, sahibin kadar tatlısın.” Fıstık kafesinin içinde bunu tekrarlayıp durdu. “Sahibin kadar tatlısın...”

Hazer Han başını sakince kaldırırken gülümsedi. Ben gözlerimi kocaman açmış masaya bakarken Hazer düşünceli gözlerini önce Fıstık’a, sonra bana çevirdi.

“Sahibin kadar tatlısın mı? Hımm.”

“Kerem sizi bayağı tatlı buluyor demek ki,” dedim ve hızlı hızlı önümdekileri yemeye devam ettim. Konuşursam aptallık ederdim, konuşmamalıydım. Uzanıp elimi alnıma dayadım ve yüzümü beceriksizce sakladım. Rezil oldum, rezil!

Hazer Han üstelemedi ama gülümsemeye devam etti. Sanırım bundan böyle Fıstık’ın yanında konuştuklarıma dikkat etmeliydim. İkimiz de kahvaltının geriye kalanı boyunca hiç konuşmadık. Çöreklerin bir kısmını paylaştık. Ben alıp ikiye böldüm ve onun önüne bıraktım. Önüne ne bıraktıysam yedi, ben de o önüme ne bıraktıysa yedim. Ben portakal suyumu içerken de Hazer Han sert bir kahve içti.

Kahvaltıdan kalktığım sırada Gazel’in mesajı telefonuma düştü. Sabah onunla, yetimhanede buluşacağımıza dair konuşmuştuk ve az önce evden çıktığını yazmıştı. Benim de gitmem gerekiyordu, yakınlarda yetimhane yakınlarına giden bir otobüs veya metro arayacaktım.  Ben masadan kalktığımda, Hazer Han da telefonunu cebinden çıkarıp birkaç şeye baktı. Mutfaktan salona geçtim ve önceki akşam koltuğa bıraktığım ceketime yürüdüm. Tamam, evinde kalıyorum diye ortak hareket etmemiz gerekmiyordu ama ona açıklama yapma hissi uyanmıştı içimde. Ceketimi üzerime geçirirken, Hazer Han kalktı ve ceketinin potunu düzelterek salona doğru yürüdü.

“Bugün çalışmayacağız da neden hazırlandın?”

Bana açıkça nereye gideceğimi sorması nedendi? Şaşkınca suratına baktığımda, “Bileğin kötü ya,” diyerek açıkladı Hazer. “Üstüne basma diye, evde oturman senin için daha iyi.”

“Leo’yu göreceğim, kardeşimi.”

“Ha.” Kravatını sakince gömlek yakalarının altına yerleştirerek başını salladı. “Git tabi ama... Ya bileğin zorluk çıkarırsa, düşersen falan bir yerde?”

“Gazel de benimle gelecek,” dedim. Sekerek, yavaş adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. Kapıya kadar yürürken Hazer temkinle ayağıma baktı.

Portmantodan çantamı aldım. Tanrı’dan güç dileyerek askılarını sırtıma geçirdim. Ona veda etmek için arkamı döndüğümdeyse, “Sen arabaya geç, ben geliyorum,” dedi. “Ceketim yukarıda.”

“Neden arabaya geçeyim ki?”

Şaşırmış gibi baktı. “Ben götüreceğim?”

Ben daha ağzımı açamadan ceketini almak için merdivenlere yönelip gözden kayboldu. Tamam, beni bırakması anlaşılabilir bir şeydi ama büyük ihtimalle yolunun üstünde bile değildim ki. Dudaklarımı kemirerek ayakkabılarımı giydim. Kerem bahçede kendi kendine gülerek dolanıyordu, ona gülümseyerek arabaya yürüdüm. Kerem arkamdan bağırdı. “Ben kapıyı açıyorum Safir Hanım, siz binin.”

Araba hemen evin önündeydi, arka koltuğa yerleşerek çantamı kucağıma aldım ve beklemeye başladım. Biraz sonra Hazer Han dışarı çıktı. Kerem’le konuşurken bir sigara yaktı. Hızla sigarasını içip Kerem’e sık sık göz devirmesini izledim. Acaba sigaraya bağımlı mıydı yoksa arada bir mi içiyordu? Hiç içmemiş olmasını dilerdim. Böylelikle kendisine zarar vermezdi. Sigarasını birkaç dakika içinde bitirdi. İzmaritini kenarda duran çöp kutusunun kenarında söndürdü ve içine attı. Bugün gri bir takım giymişti. İpek kravatı ve mendili olması gerektiği yerde, tertipli şekilde duruyordu. Saçlarını biraz taramış gibiydi ama arabaya binip kendisine daha yakından baktığımda her zamanki dağınıklığında olduğunu gördüm.

Koltuğuna yerleştiğinde bana sadece bir kere bakıp önüne döndü, neyse ki konuşmamıştı. Dedim ya zaten onun gözleri hep gürültülüydü, hep bir şeyler anlatıyordu. Yanağımı serin cama dayayarak gözlerimi kapattım. Radyodan yükselen melodiler eşliğinde dans ettiğimi hayal etmeye başladım.

Araba bir süre sonra yavaşlayarak durduğunda başımı kaldırıp baktım ve yetimhanenin demir korkuluklarını gördüm. Leo, benim küçük kardeşim, tıpkı bir mahkûm gibi bu korkulukların ardındaydı. Adresi yola çıktığımızda vermiştim ama bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim. Toparlanarak çantama daha sıkı sarıldım ve dikiz aynasından bakarak Kerem’e içtenlikle teşekkür ettim.

“Beni hep bir yerlere bırakıyorsun, üstelik oldukça naziksin.”

Kerem dişlerini göstererek gülümsedi ve bir şey diyecek olduğunda, “Yalnız ben istediğim için götürüyor,” dedi Hazer Han yerinde kıpırdanarak. “Yani seni ben götürmüş oluyorum, o götürmüş olmuyor. Değil mi? Öyle yani bana kalırsa.”

Gözlerimi kırptım. “O zaman direksiyona sen geç, beni gerçekten götürmüş olursun.”

Hazer Han’ın yukarıya doğru kalkan kaşlarını gördüm ve ona böyle cesur bir cevap vermiş olmanın şaşkınlığıyla önüme döndüm. Kapıyı aceleyle açarken, Kerem’in kıs kıs güldüğünü fark ettim. Sanırım Hazer’i epey şaşırtmış olmalıydım ki bana cevap vermemişti. Tanrı aşkına, direksiyona geçmesini söylemek de ne demekti? Ayaklarım üstünde zeminde dikildiğimde, omzumun üzerinden ona döndüm ve gözlerinin adını daha önce hiç bilmediğim bir yere açıldığını gördüm. Işıkların hiç sönmediği bir diyara. 

“Safir!”

İrkilerek bakışlarımı omzumun arkasına çevirdiğimde, Gazel’i az ilerimde gördüm. Daha onu görmenin etkisini atlatamadan arabadan inip kapısına yaslanmış olan Galip’i fark ettim. Onunla bir an göz göze gelmek bile tüylerimi ürpertti ve yüzümdeki iyiyim maskesi suratımın tam ortasında parçalandı. Gazel beceriksizce bana gülümsedi ve eliyle yanına çağırdı. “Geliyorum,” dedim ve tekrar arabanın içine eğildiğimde Hazer Han’ın arabadan çıkmakta olduğunu görerek afalladım.

“Hazer...”

“Buydu değil mi?” Hazer arabanın kapısını sertçe kapattı ve etrafını dolanırken, gözlerimin içine baktı. “Bu herifti?”

O geceden bahsediyordu. Galip’in beni kovduğu, bana bir paçavra gibi davrandığı aşağılayıcı geceden. Bakışlarımı kaçırdım ve Hazer karşımda dikildiğinde, “Gitmeliyim,” dedim sadece. Bilmesi gerekmiyordu, bilse ne olurdu ki? Ne ben hiç incinmemiş gibi yapabilirdim ne de o incindiğimi görmemiş gibi yapabilirdi. “Bu seni ilgilendirmez, daha önce ilgilenmemeni istediğimi söylemiştim.”

Dediklerimden hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu ama dişlerinin gıcırtısını duyuyordum. “Tanışmak istiyorum, bu da seni ilgilendirmez.”

Bana arkasını döndüğünde zamana yetişmeyi ister gibi yükselen kalp atışlarımla peşine düştüm ve az sonra önüne geçerek Gazel’e doğru yürüdüm. Gazel omzumun üzerinden Hazer Han’a baktı. Aynı şekilde Galip de şaşkınca Hazer’e bakıyor, olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Gazel’le yetimhanenin kapısında buluştuğumuzda kollarını bana doladı ve parmakları sırtımda birleşti. Ona zayıf bir sarılmayla karşılık verirken, “Neler oldu?” diye sordu, kulağıma doğru. “Az önce bir elektrik oldu. Ayrıca Hazer Galip’e neden öyle bakıyor?”

Sarılmamızı bitirdiğimizde, tanımı olmayan bir his silsilesi içinde onun gözlerine baktım. O geceden, Galip’in ne kadar acımasız olabileceğinden haberi yoktu. Göz ucuyla baktığımda Hazer Han’ın bir adım kadar arkamda Galip’e baktığını gördüm. Galip tedirgin halde Hazer’e bakıyor, galiba kendisine neden böyle baktığını anlamaya çalışıyordu. Evet Hazer, ona neden öyle bakıyorsun? İncinen kalp seninki değil ya...

“Affedersin, bir problem mi var?” Galip kaşlarını çatmış, bir bana bir de Hazer Han’a bakmıştı bu soruyu sorduğu esnada. “Tanışıyor muyuz?”

Hazer Han ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi. “Tanışmıyoruz.”

Galip kafasını salladı ve sanırım bu garip durumu normalleştirmek adına Hazer’e elini uzattı. “Tanışalım öyleyse. Galip ben. Galip Kendirci.”

Hazer Han o eli sıkmadı.

Galip Hazer Han’a ve boşlukta sallanıp duran eline baktıktan sonra yüzünde ölümcül bir soğukluk oluştu ve muhakkak ki rencide olmuş hissederek elini hızla indirdi. Gözleri bir an bana çevrildi ve dişlerini daha çok sıkarken, “Çok oyalanma,” dedi Gazel’e. “Bozuşmayalım sevgilim. Eve geç dönme. Ben gidiyorum.”

Koltuğuna bindi ve kapıyı öfkeyle kapattı. Gazel’in ellerimi tutan elleri titredi. Bir şey diyememişti. Araba çalıştı ve uzaklaşmaya başladığında, “Rezil oldum,” diye yakındı Gazel, adeta utançtan derisinin rengi değişirken. “Ben abim demiştim, Hazer şimdi sevgilim dediğini duydu... Aman Allah’ım! Ben...”

Ellerimi hızla bıraktı ve hissettiği utançla yetimhanenin kapısından içeriye girdi. Ona Hazer’in gerçeği zaten bildiğini söyleyecek vaktim kalmamıştı. Hâlâ tam olarak Gazel’in neden böyle bir yalan söylediğini anlamamıştım ama o yalanın çoktan ayağına dolandığı aşikârdı. Üzüntü dolu bir iç çektim. Temiz havayı ciğerlerime doldururken, Gazel’in arkasından içeriye girdim. Güvenlik görevlisi Gazel’le konuştuğu için beni sadece bir baş selamıyla karşılaşmıştı. İçeri girdim ve kapının ağzında, her zamanki gibi durup büyük binaya baktım. Derin nefesler al. Sakin kal. Sen artık büyüdün, kimse elini ağzına kapatıp çığlığını susturamaz. Titreyen bacaklarla yürürken, bahçedeki curcuna seslerini duydum ve az sonra park alanından sıyrılıp bana doğru koşan Leo’yu gördüm.

Masumiyet ayaklanabiliyormuş, diye düşündüm, onun güzel yüzünü görünce.

Sadece eğildim ve kollarımı ona açtığımda hiç duraksamadan hızla gelen vücudu kollarımın arasına çarptı. Küçücük kolları boynuma dolandı ama bu his beni sıkmıyor, aksine bana çok iyi hissettiriyordu. “Safir, geldin! Geleceğim dedin, geldin. Çok özledim seni Safir, kollarımı açıp ne kadar özlediğimi gösterebilirim istersen.”

Gülüşü, kalbime sığamadı ve taşarak ruhuma ulaştı. Sarı saçları başının iki yanındaydı ve yüzünde biraz toz vardı. “Merhaba,” dedim. Uzanıp alnındaki tozları sildim. “Ben de seni özledim Leo. Ne kadar sıkı sarıldın bana öyle, az daha düşecektim.”

Bakışlarını utanarak kaçırdı. “Ben seni görünce çok mutlu olmuştum.”

“Sorun değil.” Kendime kızdım, böyle düşüncesizce konuşup kalbini kırmaya ne hakkım vardı. “Ben sana sarılmayı seviyorum.”

“Ben de.” Uzanıp yanağımı öptü. “Sen de beni öper misin?”

Yanağı kirliydi ama umurumda değildi. Uzanıp dudaklarımı yanağına dokundurdum. “Büyümüşsün sanki biraz? Çok hızlı büyüyorsun hermano[2].”

“Büyümek istemiyorum Safir.” Hüzünle kollarımın arasından çıktı ve uzanıp terli alnını sildi. Park alanında çok koşturmuştu. Ya hasta olursa?

“Müdire anne diyor ki büyüyünce hepimiz buradan çıkacakmışız Safir. Nereye gideceğim? Seninle olur muyum o zaman?”

Leo benim için çok kıymetliydi ve gücüm yettikçe ona maddi manevi tüm desteğimi verecektim. “Seni terk etmeyeceğim. Çünkü seni seviyorum ve insanlar sevdiği insanları terk etmez.”

Annemin bize yaptığını, ben sana yapmayacağım.

Gülümsedi. “Söz mü?”

“Hem de abla sözü.”

Şirinlikle gülümsedi. Dişlerinin bir kısmı göründü. Onu karşılıksız bırakamadım ve ufacık bir tebessüm ettim. Fakat o sıra Leo’nun bakışları omzumun üstüne tırmandı ve kirpikleri kırpıştı. Merakla dönüp bakışlarını takip ettiğimde Hazer Han’ı gördüm.

Gittiğini sanmıştım.

Ama nasıl unutmuştum! O bana veda etmeden gitmezdi.

Doğrularak Leo’yu ardımda bıraktım ve siyah demir kapının ardında dikilen Hazer Han’a yürüdüm. Bakışları ardıma, Leo’ya kilitlenmişti ve onu tanıdığım bu kısa zaman içinde gözlerini hiç böyle bakarken görmemiştim. Sanki vücudunda bir yarası vardı ama uzanıp iyileştiremiyordu. Yanına vardım ve hâlâ bana dönmemiş gözlerinin peşine düşerek, “Hazer Bey,” diyerek seslendim ona. Beni duymamış gibiydi.

“Hazer?” Leo’ya kilitlenmişti. Kaşlarım çatıldı, huzursuz bir duygu tırnaklarını göğüs kafesime dayamıştı sanki. “Hazer?”

“Ona çok benziyor.” Hazer ansızın konuştu ama bu fısıltı halinde, zor halde duyabildiğim bir cümle olmuştu. Tanrı aşkına, kim kime benziyordu? “Hazer...”

Sıçradı. Aniden geriye doğru bir adım attığında kaldırımda sendeledi ama ona uzanmama fırsat bile kalmadan toparlandı. Şaşkınlığa uğramıştım. Ne oluyordu böyle? Gözleri bana döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi, “Güzel çocuk,” dedi.

Ellerini hızla gri, ütülü pantolonun ceplerine yerleştirdi ve kendine çekidüzen vererek omuzlarını dikleştirdi. Şimdi daha iyi görünüyordu. “İyi misin?”

Başını sallayarak cevapladı. “Kaç yaşında?”

“Sekiz?”

“Benzemiyorsunuz.”

Leo ile fiziki benzerliklerimiz pek olmasa da ruhlarımız çok benzerdi. Kalp yaralarımız da. “Babalarımız farklı,” dediğimde Hazer Han’ın dudakları aralandı ama tek kelime etmeden başını salladı.

Annem bir fahişe, diyemezdim ne de olsa. Durumu en iyi böyle açıklayabilirdim, zaten o da fazlasını sormuyordu.

Ben bu garip durum içinde bocalarken, “Mutlu görünüyordu,” dedi Hazer Han, daha sakin bir tavırla. O bana bakınca yüreğimi derimin altında tutmak çok zor oluyordu. “Yani, kardeşin sana sarılırken mutlu görünüyordu...” Bu bakışın ömrü uzun olsa, ciğerimde derin bir delik açılır.

“Sana sarılmak böyle mutlu ediyor demek ki...”

Hazer şimdi gitse, uzaklaşsa, eriyip kaybolsa bile sanki karşımda durup bana böyle bakacaktı. Nereye gitsem uzaklaşabilirim diye düşündüm ama kalbimi kendimle götüremedikten sonra nereye gittiğimin ne önemi vardı ki? Nefesimi tuttum ve o gözlerini çekene kadar sustum. Hazer Han da bakışlarını başka yöne çevirdi.

“Neyse, ben gideyim. Sen işlerin bittiğinde her neredeysen ararsın, gelir seni ararım.”

“Affedersin, beni neden alacaksın ki?”

Elini ensesine attı. “Almayayım mı?”

“Ben...” Doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. Ne diyebilirdim ki? Beni alıp yine evine mi götürecekti? Buna daha ne kadar devam edebilirdik? Duygularımla hareket edemezdim.

“Kendi kalacağım yere gideyim, sizde kalmama gerek yok. Ne olacak? Beni alıp evinize mi götüreceksiniz? Buna devam edemeyiz Hazer...”

Hazer başını hafifçe gökyüzüne kaldırarak burnundan çok sert bir nefes aldı. “Gelmeyecek misin yani?”

“Gelmeyeceğim.”

“Gelseydin...”

“Olmaz.”

“Olmaz mı?”

Başımı hayır anlamında iki yana salladığımda Hazer Han da beni onaylayarak başını salladı. O şimdi kendi yoluna bakacaktı, ben de kendi yoluma bakacaktım. Birbirimizi bir süre görmeyecektik. Ben başımın çaresine bakacaktım, o da kendi hayatına. Geriledi ve uzaklaşarak mesafeyi açmaya başladı. Arabasının kapısını açtı ama koltuğa binmeden önce omzunun üzerinden bana döndü. Gözleri, vücudunda ateşten çok su olan birini yakmayı başarmıştı.

“Bir şey olursa beni ara,” dedi keskin bir sesle. “Sen ne zaman ararsan açarım.”

Ve sonra arabaya binerek gözden kayboldu.

Sen ne zaman ararsan açarım, dedi.

Söz mü Hazer?

 

Bir ateşi külle söndürebilirsin ama kül haline gelmen için yine de yanman gerek.

Anımsadığım bazı hatıralar var. Çoğunda babamı, annemi, çatısı akan evimizi. Yine hatırlıyorum o geceyi, öncekiler gibi karanlık bir geceydi. Sanırım dört buçuk yaşındaydım. Beş yaşıma girmeme az kalmıştı. Sobanın önüne oturmuştum. Pelüşümü kuruması için sobaya yaklaştırdığım sırada parmak uçlarım yanlışlıkla sobaya çarpmıştı. O an yandığımı hatırlıyordum. Bir çığlık atıp annemin yanına koştuğumu, korkuyla elimin yandığını söylediğimi ama onun umursamadığını... Sonra babamı hatırlıyorum, çığlığıma uyanıp yanıma geldiğini ve elimi soğuk suyun altına tuttuğunu. O günden sonra canım yandığında anneme değil, babama koşmuştum. Ben ağlarken anneme kızmış, ağladığımı gördüğünde bana dönmüş ve parmaklarımı elinin içine almıştı. 

Kendi yarana kendin üfleyeceksin Safir, bu seni daha güçlü bir kız yapar,” demiş ve elimi açıp parmaklarıma üflemişti.

Ben de bu sözü dinleyerek hep bunu yaptım, hep kendi yarama kendim üfledim. Kimseden, en yakın gördüklerimden bile medet ummadım. Bu bazen yaramın daha çok yanmasını, bazen bir iz bırakıp geçmesini sağladı ama her türlü yaralarımın sahibi oldum. Yaralarımı üflemesi için kimseden yardım dilenmedim, bundan sonra da yapamazdım. Bu yüzden şimdi karanlık gecede korkuyla yürüyor, kendi başımın çaresine bakmaya çalışıyordum. Soğuk bir akşamdı, bileğim acıyor ve içtiğim ağrı kesici uyku yapıyordu. Önümdeki yokuşu tırmanıyor, etrafımı gözetleyerek yürüyordum. En yakınlarımdaki bir camiye sığınmalı, geceyi orada geçirmeliydim.

Bugün yetimhaneden sonra Gazel ile yine emlakçıya gitmiştik. Emlakçı bize daha ucuz bir evden bahsetmiş, yarın gidip görebileceğimizi eklemişti. Bu yüzden daha iyi hissediyordum. O evi tutabilir, bir yuvaya sahip olabilirdim. Madem bu dünyaya sığamıyordum, hiç olmazsa dört duvar arasına sığardım.

Yokuşu tırmandım ve üstümdeki monta daha sıkı sarılarak köşeyi döndüm. Etrafta yürüyen birkaç kişi vardı ama hiçbirinin şüpheli hareketi yoktu. Kaldırımda, sarı taşlara basarak yürüdüm ve caddenin karşısına geçmek isteyerek durduğumda önümde bir gölge belirdi. Ürperdim. Az insanın bulunduğu sokakta, gölgesini ensemde hissedebildiğim o kişiden ürkerek ileriye doğru bir adım attım.

Işıklar yandı ve koşarak caddenin karşısına geçmek isterken yaralı bileğimi daha fazla ağrıtıyordum. Karşı kaldırıma geçerek soluk soluğa hiç durmadan aşağıya doğru yürüdüm ve gölgeyi takip ettim. Saklanabilirdik ama gölgemizi saklayamazdık. Arkamdaki her kimse kendini saklayabiliyordu ama gölgesini saklayamamıştı. Elimi cebime attım ve falçatamı kontrol ederek karanlık caddeye girdim. Sokak lambası yanıyordu ama oldukça tenha bir sokaktı. Yokuşu tırmanmadan önce gölgeye baktım ve elimi cebimden çıkararak bir anda kendi etrafımda arkama doğru döndüm. Cebimden çıkardığım yumruğumu, karanlığın içinde gizlenen adamın suratına doğru salladım ve çığlık atarak geriye doğru kaçtım.

“Siktir!”

Kaldırımda geriye kaçarken siluetin sendelediğini ve birkaç adım kadar uzaklaştığını gördüm. Tüm bunlar o kadar kısa sürede gerçekleşmişti ki duyduğum küfrü idrak etmem ve şaşkınlığı üzerimden atmam hiç kolay olmamıştı. Adam elini yüzüne götürdü ve gözler bana döndüğünde, gökyüzüne atılmış bir kesik sayesinde parıl parladı bu umutsuz gece.

Bu gözlerin sahibi Hazer’di.

“Sağlam yumruktu.”

Ağzındaki kanı tükürdü ve elini dudağının üzerinden çektiğinde, kafamı iki yana sallayarak sırtımı ardımdaki duvara yasladım. Beni takip mi ediyordu?

“Buradasın,” deyiverdim inanamayarak. “Peşimdesin.”

Tamamen doğruldu ve eline bulaşan kanı gömleğine silerek omuzlarını dikleştirdi. Ona bu kadar şiddetli bir yumruk atmıştım öyle mi? “Buradan geçiyordum da seni gördüm,” diyerek omuzlarını silkti. “Yani ben ne yapabilirim ki aynı sokaktan geçiyorsak?”

“Yalan söylüyorsunuz,” dedim gözlerimi kocaman açarak.

“O kadar belli oluyor mu?”

“Çok ayıp,” dedim ve eğilip yaşananlar sırasında yere düşmüş olan çantamı aldım. Bileğimin acısı vücudumu zorluyordu. “Aman Tanrım! Ayrıca demin küfrettiniz.”

“Bana yumruk attın.”

O kadar güçlü bir yumruğu nasıl atabildiğime kendim de inanmıyordum. Sanırım korku insan vücudunu harekete geçiriyordu. Ya falçatayı çıkarsaydım? Ya ona saplasaydım? Düşüncesi bile korkunçtu. Hazer derin bir iç çekerek vücudunu arkasındaki duvara yasladığında, sokaktaki birkaç kişi dönüp bize baktı.

“Ben korkunca ani bir tepki verdim, üzgünüm. Gölgenizi gördüm, bana zarar verebilecek olan birisi olarak düşündüm sizi...” Kafamı kaldırdım ve ateşin etrafında uçuşmaya devam ederek ona doğru bir adım atıp dudağındaki yarasına baktım. “Çok üzgünüm Hazer, acıyor mu?”

Bana, bir gerçeği görmek için bakıyordu ama gerçekleri insanlardan saklamayı öğrenmiştim. Bu kadar korkmama anlam verememişti, belliydi. “Üzgün olduğunu tekrarlayıp durma,” dedi daha sakin bir şekilde. Elini yavaşça dudağından çekti. “Yumruğun gelişini gördüm, engel olsam olurdum ama... bileğini tutup seni savurmak istemedim. Olacak iş değildi yani.”

Yukarıdan bana bakıyordu, kafamı kaldırsam yüzlerimiz de yakınlaşırdı ama çok utanırdım, yapamazdım. Kucağımdaki çantaya daha sıkı sarılarak dudağımı ısırdım. Tanrım, o bir mucit ve kalbimi keşfetti. Artık o kalbi nasıl hızlandırabileceğini biliyor. Hazer Han başımın üstünde çok derin bir nefes alıp, “Eee,” dedi sessizliği dağıtarak. Vücudumdaki sıcaklık yükselmişti. “Dudağıma pansuman yapmayacak mısın?”

“Yapmalı mıyım?” diye sordum.

“Yapmalısın,” dedi usulca. “Güzel yüzümün kalıcı bir hasar almasını istemem.”

“Evet, güzel bir yüz...” Geriye doğru kaçıp ona arkamı döndüm. Tanrım, lütfen artık ağzıma mukayyet olabilir misin? Çünkü ben bunu yapamıyorum. Sekerek hızlı hızlı ilerlemeye çalıştım. “Hadi, gidip pansuman yapalım.”

Ardıma düştü. “İstiyorsun madem, gidelim.”

Karanlık gecede nerede olduğumu nasıl bilip de peşime düşmüştü? Beni takip mi etmişti? Fakat, neden? Bir kez daha geceyi o evde mi geçirecektim? Bana yetiştiğinde ellerini ceplerine sokmuş olduğunu gördüm. Kıyafetleri aynıydı, adımları oldukça telaşsızdı. Bir süre sonra duruverdi, bana döndü ve kucağımdaki çantayı iri eliyle çekip aldı. “Bileğin acıyor,” diyerek adeta azarladı beni. Ağzından kan tükürdü. “Ayrıca bu kan neden durmuyor Allah aşkına!”

Omuzlarım bir kez daha çöktü. “Keşke bana seslenseydiniz, o zaman korkup bu kadar aptalca davranmazdım...”

Homurdanıp ilerledi. “Hâlâ siz diyor ya.”

Dudağımı büktüm ve peşine düştüm. Şimdi o benden bir adım kadar ilerideydi ve gideceğimiz yolu o belirliyordu. Kafamı kaldırıp karanlık geceye baktım ve kendime bu gecenin yıldızını seçtim. Tanrım ne kadar uzakta… Mutluluk? Ne kadar uzağımda?

Hiç konuşmadık. Sadece yürüdük. Ve gideceğimiz yere vardık. Zaten evin yakınlarındaydık, çünkü garip bir şekilde Hazer Han’ın evinin yakınlarındaki bir camide kalmayı istemiştim. Neden bilmiyorum, sadece böylesini yapmak içimden gelmişti.

Evinin büyük bahçe kapısı önünde durduğumuzda arabanın garajda olduğunu gördüm. Hazer Han kapıyı açtı ve elinde çantamla beraber içeriye girdi. Onun peşinden girip kapıyı kapattım ve bahçe boyunca ilerledim. Bahçede birkaç lamba vardı ve etrafımızı aydınlatmıştı. Hazer sokak kapısını da açtığında çekingen bir şekilde içeriye girdim ve o ışıkları yaktı.

Kapıyı ardımdan kapatıp kısa holü yürüdüm ve salona geçip abajuru yaktım. Bu ışığın loşluğunu seviyordum. Hazer ceketini çıkarıp koltuğun kenarına bıraktıktan sonra gömleğinin kollarını acelesiz bir şekilde dirseklerine kadar katladı. Ne kadar da güçlü kolları vardı... Kollarını kıvırmayı bıraktı ve mutfağa yürüyüp buzluğu açtı.  Buzluktan mavi bir torba çıkarırken Fıstık’la konuştu. “N’aber zibidi?”

Fıstık ona karşılık verdi. “N’aber zibidi?”

“Anca beni tekrarla dur.” Onun kafesine doğru yürüdü. “Yine mi yemedin yemini?”

Fıstık ona gagasıyla vurduğunda Hazer Han homurdandı ve papağan bunu da taklit etti. Sevimliydi. Hazer Han insanlara çok yumuşak yaklaşan birisi değildi. Fakat onda garip bir şey vardı. Size zarar vermeyeceğinin teminatını veren o bakışlar...

Elinde buz torbasıyla salona doğru yürüdü ve önüme gelene kadar gözlerini üstümden çekmedi. Ateşi yakarsın anlarım ama onu neden bana sıçratıyorsun? Işığı sevdiğim ateşi sevdiğim anlamına mı gelir? Koltukta geriye yaslandım ve parmaklarımla oynarken, Hazer Han gelip koltuğun diğer tarafına oturdu. Aramıza bir mesafe ekledi ama buna rağmen sıcaklığını hissettim. Buz torbasını dudağının kenarına yasladı.

“Nerede kalacaktın ki?” dediğinde anladım. Biliyordu. Bir evim olmadığını, sokakta yaşadığımı...

Bunu, çaresizliği nasıl anlatabilirdim ki? Boğazım yandı ve çenem titredi. “Cami avlusunda,” dedim kısık sesimle. “Oralar parklara göre daha güvenli.”

Hazer Han’ın bir an nefesi kesildi ve sonra çok sert bir şekilde yutkundu. “Anlıyorum.”

“Anlıyorsun.”

“Bu...” Hazer Han’ın boğazından, mücadele içinde bir ses çıktı ve ellerim dizlerime yaslandı. “Mümkün değil! Ne zamandan beri? Nasıl yaptın? Sen karanlıktan bile korkuyorken...”

“Konuşmak istemiyorum,” dedim sadece. Biri bana susmamı söylediğinde susmuştum ve konuşmamı istediklerinde de konuşmayacaktım. Artık birilerinin bana bir şeyler dayatmasını istemiyordum. “Çünkü konuşmaya başlarsam susamam.”

“Safir Mila...”

“Konuşmak istemiyorum,” diye tekrarladım daha kararlı ama yalvarırım sorma diyen ses tonumla. “Sana bundan bahsetmeyeceğim tamam mı? Ben böyleyim.”

Elimi ağzımın üzerine örttüm ve omzumun üzerinden ona döndüm. Elime baktı, ağzımla kapattığım elime. Birkaç saniye sonra o elimi aşağıya indirdim.

“Önce başkasının eli vardı, şimdi kendi elim. Konuşmam, konuşamam.”

Baktı. Zaman ağırlaşmıştı. Aslında bin yılmış gibi gelen bir ânın içindeydik sanki. Parmaklarımda, vücudumda bir sızı dolaşıp duruyordu. Burnundan sert bir nefes alarak buz torbasını bana uzattı. “Pansumanımı yap o halde.”

“Doğru.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Ben patlattım sonuçta.”

“İyi yumruk atabilmen güzel, sana yaklaşanları böyle haklayabilirsin.”

Koltukta geriye kaykılarak sırtını ardına yasladı ve kafasını da koltuğun arkasına gömerek elini dizine yerleştirdi. Ona biraz yaklaşmam gerekiyordu. Saç tutamlarını alelacele şekilde kulağımın arkasına koyarak mesafeyi azalttım ve yüzümü yüzüne doğru eğerek elimdeki buz torbasını dudağının kenarına bastırdım. Kan ince ince akıyordu.

“Önce temizlememiz gerekmez mi?” diye sordum, biraz korkmuştum. “Kanıyor.”

“Yok, buzu bastır ki şişmesin.”

Mırıldandım. “Sabihondo.”

Hazer’in gözleri yüzümde sabırla gezindi. “Ne dedin?”

“Peki gibi bir şey.”

Aslında onu böyle kandırmak hiç ince bir davranış değildi, hatta kaba bile sayılabilirdi. Ama İspanyolca konuştuğumda bana anlamamış gözlerle bakması hoşuma gidiyordu. Alt dudağımı ısırarak kendimi azarladım. Hazer Han’ın derin derin yutkunduğunu duyduğumda bakışlarımı yüzünün yukarısına çıkarıp gözlerine sabitledim. Bakışlarının rengi atmıştı ve daha sık soluyordu. Buzu hafifçe bastırarak başımı sol tarafa eğdim. “Acıyor mu?”

“Erkekler canları acısa bile acımıyor der.”

Babamı düşündüm. Haklı olabilirdi. O da canı acıdığında belli etmemeye çalışır, gülümsemelerle kandırırdı beni zamanın birinde. “Neden peki?”

Homurdandı. “Seninle erkekleri mi konuşalım?”

“Hayır,” dedim incecik bir sesle. Neden böyle tepki verdiğini anlamamıştım. “Senden bahsediyorum. Neden acısa bile acımıyor diyorsun?”

“Sızlanmaktan hoşlanmam çünkü,” diye açıkladı kendine has bir ses tınısıyla. “Zaten canım pek kolay acımaz. Beni acıtması için sağlam bir darbe olması lazım.”

Dudağım kıvrıldı. “Süper kahraman gibi mi?”

Gözlerini yumarken dudaklarında belli belirsiz, hayalle gerçek arasına sıkışıp kalmış bir gülümsemenin kırıntılarını gördüm. “Süper kahraman gibi.”

Gözlerim, buz torbasının altında kalan gülümsemesine takıldı. Parmaklarımsa gülümsemesinden arta kalanlara azıcık değiyordu. Yüzünde sakalları olmamasına rağmen sakal izlerini hissedebiliyordum. Hem de parmak uçlarımla. Gözleri tamamen kapalıyken onu izlemek özgür bir eyleme dönüşmüştü. Bir elini kaldırarak üzerindeki gömleğe uzattı ve yakasındaki birkaç düğmeyi çözdü. Buz torbasından birkaç damla su dizime aktığında irkilip bakışlarımı kaçırdım. “Yeterli mi? Çekeyim mi?”

“Hayır hayır.” Hazer Han gözlerini açtı ve elini hızla gömleğinin yakasından çekti. Bir an sanki aramızda duran hava yandı ve külleri genzime kaçtı. “Çekme, biraz daha kalsın.”

Parmak uçlarım dudağının biraz üstüne temas etti ve buz titreyen elimden kaydı. Onu son anda tutmayı başardım. “Biraz daha kalsın.”

“Buz.”

“Tabii, buz.”

Gözlerini bir daha kapatmadı. Parmakları, ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibi hiç rahat durmadan dizinde kıpırdanırken, yanaklarımın kızardığını hissettim. Ciğerime sert bir nefes çekerek son kez dudağındaki yarığa baktım ve bu kadarının kâfi olduğunu düşünerek buzu çektim. “Bir de yıka bence.”

Elimde buzla beraber koltukta geriye kaydım ve geniş bir mesafe açana kadar durmadım. Hazer Han başını kaldırıp doğrulurken, ben buz torbasını alıp göğsüme dayamak istedim. Fakat buna rağmen avuçlarımın içinde sıkıca tuttum ve Hazer Han’ın koltuktan kalkarak uzaklaşmasını izledim. Ellerini ensesinde birleştirmiş, attığı birkaç adımdan sonra gözden kaybolmuştu.

Buzu sehpaya bıraktım ve bacaklarımı yukarıya çıkararak koltukta iki büklüm oldum. Soğuk bir suyun altına girmek, vücudumu soğutmak istiyordum ama buna rağmen sanki üşüyormuş gibi kendime sarılmıştım. Acıkmıştım, bileğim ağrıyordu, yorgundum ve uykum gelmişti. Gözlerimi bahçeye çevirdim ve görünebildiği kadarıyla uçsuz bucaksız gökyüzüne baktım. Milyarlarca yıldız ve bir ay. Yıldız kümelerine çarptı gözüm. Birinden diğerine ne kadar mesafe vardı kim bilir?

Gözlerim savunmasızca kapanırken, burada böyle uyuyakalacağım için kendime kızmak istedim ama dudaklarımdan çıkan tek şey inilti oldu. Bileğim acıyordu, merhemi sürmem lazımdı. Bu ve buna benzeyen şefkat anlarında annemin yanımda olmasını istiyordum. Biliyorum, benim için çok küçük düşürücü bir düşünceydi ama o istemese de benim annemdi ve yanımda olmasını ümit etmekten vazgeçemiyordum.

Üzgünüm anne ama ben bir aptal değilim, sadece seni hâlâ ve her şeye rağmen seviyorum.

Zamanı kalp atışlarımdan daha güçlü sesler doldurdu. Az sonra göz kapaklarımın önünde bir gölge belirdi. Gözlerimi açmaya çalışsam da uykunun rehavetine kapılmıştım bir kere. Yanağımı yastığa daha çok gömdüm ve omuzlarıma doğru örtülen ağırlığı hissederek adını fısıldadım. “Hazer...”

“Uyumaya devam et.”

Savunmasızdım, yanımdaydı ama gözlerimi açamıyordum. Ama biliyordum işte, bana zarar vermezdi. “Hazer?”

“Evet?”

“Bileğim acıyor.”

Birtakım sesler duydum ve yakın ya da uzakta bir zamandan sonra ayağımdaki gıdıklanmayı hissettim. Huylandım ama karşı koyamadım. Hazer Han’ın parmakları soğuk merhemi bileğimin üzerine yayarken, sadece birkaç mırıltı çıkardım. “Giderken ışığı söndürme olur mu?”

Bir elimi yanağımın altına yasladım ve tatlı tatlı vücudumda yayılan uykuya kapıldım. Artık bileğime dokunmuyordu, vücuduma bir şey örtülüydü ama gölge hâlâ gözlerimin önündeydi.

“İyi geceler,” dedi kalbini duymayı henüz yeni öğrendiğim kişi. “Senorita.”

İyi geceler süper kahraman.

Gözlerimi açtığımda ilk olarak tavanı gördüm. Salondaydım, en son hatırladığım gibi. Kıyafetlerimleydim ve üzerimde bir ince pike örtülüydü. Bu kadar sorumsuz davrandığım için kendime kızdım. Nasıl burada uyur, kendimi güvene almazdım ki? Bu hiç benlik bir hareket değildi. Üstelik biraz anımsayabiliyordum, Hazer’e bileğimin acıdığını söylemiştim ve o da merhemi bileğime sürmek zorunda kalmıştı.

Üzerimdeki pikeyi kaldırarak doğruldum ve ayaklarımı yere basarak kendime çekidüzen vermeye çalıştım. Saçımın örgüsü tamamen bozulmuştu, lastiği çıkarıp bileğime yerleştirdim ve saçlarımı sırtıma doğru atarak ayağa kalktım. Sendelemiştim, çünkü halsiz hissediyordum. Hazer Han neredeydi? Atölyede mi?

Biraz suya ihtiyacım vardı, boğazım adeta çorak bir toprak gibiydi. Mutfağa gitmek için birkaç adım attığımda gözüm tesadüfen cama çarptı ve Hazer Han’ın bahçesinde, küçük bir oğlan çocuğu gördüm. Bahçede, atölyenin önünde duruyordu. Hazer Han hemen onun yanındaydı, elinde bir uçurtma tutuyordu.

Sabahın bu erken saatinde bu çocuğun burada ne işi vardı merak ettim. Gördüğümü mantığıma sığdırmak için kendime birkaç dakika verdiğimde, oğlan çocuğunun elinde bir fotoğraf makinesi tuttuğunu ve Hazer’in fotoğraflarını çekip durduğunu gördüm. Hazer uçurtmayı onu uzattığında çocuk kamerayı çimlerin üzerine bıraktı ve uçurtmayla koşmaya başladı. Hazer Han arkasından “Mustafa Kemal!” diye seslendiğinde onun kardeşi olduğunu anlamıştım. Çocuk uçurtmayı göğe çıkararak koşarken beni gördü ve duraksayarak gülümsedi.

Bu gülümsemeyi dünyanın en sıcak gülümsemesi yapan Mustafa Kemal’in Down sendromlu olmasıydı.

BÖLÜM SONU.